ÇEVRECİ KİRLİLİĞİ



Kalemi elimden bıraktığımdan bu yana bir hayli zaman geçti. Aslında aletlerimi eş zamanlı kullanmayı seviyorum. Fakat bazen bir  disiplinde uzun süre takılı kalabiliyorum. Ortaya çıkarmaya çalıştığım yapıtın büyüklüğü ve karmaşıklığı ile alakalı bu süre sürekli değişiyor.  İşte son beş ayımda da elimdeki aletlerim testere, metre ve keserdi. Bazı zamanlarda tebeşirle tahta önüne geçsem de konumuz hep mimari ve ustalıklardı.

Bu zamanın içine üç tane ev, iki tane eğitim atölyesi sığdırmayı başardık. Sağ olsun tüm dostlarımız ve bize destek olanlar. Bazı günler tempomuz  okadar yükseliyordu ki, uyumaya bir kaç saat vakit bulabiliyorduk. Hatta ikinci eğitimde, sağanak yağmur ve fırtına, peşimizi hiç bırakmadı. İnşaatın temelinde sorun yaratacak diye çok korktuk. Doğal yapılarda, toprak ile çalıştığımız için, tamamlanmamış bir yapı betonarme yapılara göre bazı zamanlarda çok daha kırılgan olabiliyor. Kimi günler çadırlarımız uçacak diye korktuk, ıslandık, sıcaklardan bunaldık, kaza geçirdik, çok yorulduk, çok güldük, ve sonunda yeni dostluklar ve yeni binalar inşa etmeyi başardık.

Tüm bu koşturmaca içinde kalemi elime alamadım işte. Ne yeni bir konferans ve söyleşi notu yazabildim, ne ikinci kitabıma devam edebildim, ne de dergi ve gazetelerdeki sayfaları doldurabildim. Her bahar doğa ile birlikte bizimde işlerimiz yoğunlaşır ve masa başında geçirdiğimiz saatler azalır aslında ama, bu yıl ölçüyü biraz kaçırdık sanırım. Beni ateş başına hapseden soğuk havayı şimdiden özledim. Bu yazıyı da işleri bitirip kaçıp sığındığımız bir çatı katından yazıyorum. Egenin serin yağmurlarını, puslu gri bulutlarını özlemişim. Sahiller benim için serin ve kimsesizken daha bir başka. Kendimi ve son aylarda yaşadıklarımı bir kez daha yaşamaya çalışıyorum bu puslu ve ıslak kumsal sayesinde. Bu sefer daha sakin, bu sefer bir başıma. 

Ekoloji, mimari, dayanışma ve yardımlaşma, teknikler, atölyeler, tanışmalar, çalışmalar. Öylesine kalabalık ki kafamın içi. Bir tarafta kaynayan kazanlar, diğer tarafta savrulan kazmalar. Telefonlaşmalar, atılan mailler, yardım çağrıları, iş teklifleri, yol arkadaşlıkları. Şu son yedi yılda bir hayli kalabalık bir hal aldı yaşantım. Bunu hiç ön görememiştim. Eşyalarımızı kamyona yükleyip İstanbul da ki arkadaşlarımızda vedalaştıktan sonra iki kişiydik aslında bu yolculukta. Şimdi ne mutlu bize, hepimize.

Yalnız son bir iki yıldır şakül kaymaya başladı diye düşünüyorum. Benim konum ekolojik tasarımlar. Çünkü ben bir tasarımcıyım. Ve bir tasarımcı olarak taleplerin, ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Yaşamdan taleplerimiz, birbirimizden taleplerimiz, vs. doğaya duyarlı bir yaşamda tasarım yapabilmek için, ilk adımımız muhtemelen hepimizin diline pelesenk olmuş olan tüketimi yani ihtiyaçlarımızı azaltmak olmalı ama... bu gevşek ağızlarda çokça çiğnenen bir sakız gibi tadı kaçmış bir söylem oldu son zamanlarda. İhtiyaçları azaltmak demek, sorumluluklardan kaçmak demek değil. Dayanışmanın bir başkasının sırtına yaslanmak demek olmadığı gibi.

Zeytin toplamaya gidip tatil yapanlar, misafir olduğu çiftliklerde ki mahrem hayatın dedikodusunu yapanlar, bir iki eğitim ve söyleşiye katılarak bu işi göğüsleyenleri eleştirenler,  yani otostopçular bile karbon ayak izinden otostop çeker oldu. Ekolojik otostop. Bu ne zaman oldu bilemiyorum. Her köşe başında bir sırt çantalıyı ezberlemişçesine aynı cümleleri kurarken görüyorum. Her şehirde yine benzer ezberleri zikreden insancıklar.

Ekolojik bir istismar söz konusu artık. Dayanışma adına kullanılma, ve emek hırsızlığı beklentisi gün geçtikçe artıyor. Tanımların ve kavramların altı burada da boşaltılmaya başlandı. Herkes ortada olmayan bir davanın neferleriymiş gibi davranıyor. Birileri sürekli bir diğerlerini eleştirmeye başladı.  Gezenler haberci tanrı hermes’in görevini üstlenmiş dağın öte yanından laf taşıyor. Biri bir diğerinden öylesine haberdar ve emin ki , tatilde beni bana anlatan tanımadığım insanlar ile karşılaşıyorum artık. Dostlarımı acımasızca eleştiren ve ortalıkta dolanan bir sürü süprüntü. Sadece dolanıyorlar ve konuşuyorlar.

Piknikte toprağa düşmüş bir parça yemeğin etrafında yaşanan böceklerin karmaşası gibi geliyor bana. Şurada kocaman bir ülkede ekolojik mimari ile ilgilenen bir elin parmakları kadar insanız. Her gittiğim yerde bir arkadaşımın ya da meslektaşımın yaptığını eleştirmem bekleniyor benden. Her tohum ekenin ekme biçimi içki sofralarına yatırılıyor ateş başında, özel hayatlar,  Çarşamba pazarı gibi. Bir çember var yaşamaya ve var etmeyen çalışan sanki, ve hemen dışında geniş bir çember daha. Dışarıdan bakılınca ilk o gözüküyor ve içteki çemberi sıkıştırıp daraltıyor.

Sanırım popüler kültürün kaçtığımız bir etkisi, yansıması bu. Artık maden ocağı sahipleri bile ekoloji konuşuyor. Organik besleniyor. Che Guevara’nın fotoğrafının, iç çamaşırlara kadar basılması ama tek bir sözünün, tek bir anının üstüne düşünülmemesi gibi bir ürün haline geliyor yavaş yavaş ekoloji. Artık neredeyse tüm ülkenin ’’ eliti – enteli ’’ ekolojik, organik hava soluyorlar adeta.  Öte yandan tehditler altında mücadele verenler, kış gelmeden çatısını bitirmeye çalışanlar, susuzlukla boğuşanlar, taşı taş üstüne koyarak kooperatif inşaatına başlayanlar, elinde avucunda ne varsa köy çocukları ile paylaşanlar, kütüphane  kuranlar.

Şimdi durup kendimi dinlediğim şu anda, bir baltaya sap olamamış her serseri, mülkiyetsizliği savunuyor, her işsiz ve başarısız, kariyerin anlamsızlığından dem vuruyor, her cahil ve tembel eğitim sisteminin çöktüğünü söylüyor, her sorumsuz asalak satın almamayı , çalışmamayı, tüketmemeyi, bir kalkan yapmış suyu bulandırıyor.
Artık çevreci kirliliği yaşanıyor .


Melih Aşanlı

9 Ekim ‘017 Ege






Yorumlar

Popüler Yayınlar